Denizciler Görülen Hastalıklar
Antik dönemlerde denizciler tarafından doğada meydana gelen; fırtına, rüzgâr ve akıntı gibi doğa olaylarının doğaüstü güçler tarafından ortaya çıktığına inanılırdı. Ölümcül salgınlar ve bulaşıcı hastalıkları da yaratıcının bir gazabı olarak düşünülmekteydi. Bu düşünceler nedeni ile herhangi bir sefere çıkmadan önce cinlerden, kötü ruhlardan ve şeytanlardan kendilerini muhafaza edebilmek için ve yolculuklarını da sağ salim tamamlayabilmek için denizciler tarafından yaratıcıya adak adanmaktaydı. Yaratıcıdan seyir sırasında güzel fırtına göndermesini ve kendileri için de iyi şans getirmesini talep etmişlerdir.
Denizcilerin kendi günahları sebebi ile tanrıların lanetini üzerine aldıkları ve kötü olayları yaşadıkları Eski Yunan efsanelerinde bulunmaktadır. Bu hikayelerden daha doğru ifade ile bu efsanelerden, en ünlüsü Poseidon ve Athena’nın lanetlediği Odysseus’nun hikayesidir. 10 yıl boyunca türlü türlü sıkıntılarla boğuşan ve bu sıkıntıları bertaraf eden Odysseus denizlerden ayrılarak evine dönmüştür. Denizde seyir halinde geçirdiği 10 yıl boyunca pek çok doğaüstü yaratıklarla karşılaşmış ve gemi mürettebatından da pek çoğunu kaybetmiştir.
Dilden dile dolaşan efsanelere dikkat edildiğinde, denizlerde görev yapan denizciler kendilerine bulaşan bu doğaüstü güçlerden birçoğunun salgın hastalıkları betimlediğini düşünebiliriz, çünkü virüs ve mikropların henüz bilinmediği tarihlerde yani çok eski zamanlarda ortaya çıkan herhangi bir hastalığın sebebini cinlere, şeytanlara ve doğaüstü güçlere dayandırmak sıklıkla başvurulan yöntemdir. Yüksek ateşle seyreden veba, tifüs ya da tifo gibi hastalıklar efsanelerde bahsi geçen doğaüstü güçlere ya da olağanüstü yaratıklara kaynak olan halüsinasyonların ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Tarihin geçmiş zamanlarında denizciler arasında pek çok yaygın hastalık görülmüştür. Modern tıp usullerinin geliştirildiği zamanlara kadar da pek çok denizci bu hastalıklardan dolayı hayatını kaybetmiştir. Denizcilerin hayatına mal olan hastalıkların başında 18.yüzyıla kadar veba bulunmaktaydı. Gemilerdeki yaşam şartları çok da iyi değildi. Hijyenik olmayan ortamlarda hastalıklar hızlı bir şekilde ortaya çıkıyordu ve aynı hızla da yayılıyordu. Bu hastalığın en önemli nedeni de ambarlarda taşınan fareler olmuştur. İnfekte olan pireler aracılığı ile farelere geçen hastalık, farelerden de insanlara geçmekteydi.
Bu hastalık pirenin dışkısı ile ya da hasta ile temas halinde de kişiye geçebilmekteydi. Mikrop vücuda nüfuz ettikten sonra 2 ila 8 gün içerisinde hastalık kendini belli ediyordu. Hastalığın belirtileri arasında; ani bir şekilde ortaya çıkan sırt ve bel ağrıları, titreme, kusma, nefes darlığı, halsizlik, deri lekeleri, burun kanaması, kasık ağrıları, kan tükürme ve devamlı dalgınlık gözlenmiştir. Bu hastalığa yakalanan kişinin lenf bezleri sürekli olarak şişmekte, organlarda ve deri altında kanama meydana geldiğinde de ciltte siyah lekeler ortaya çıkmaktaydı. Bu hastalığın bir diğer adı Hıyarcıklı Vebadır. Bu hastalığın neden olduğu siyah lekeler nedeni ile hastalığın diğer bir adı da Kara Ölüm olmuştur.
Dünya tarihinde kayıtlarda yer edinen ilk büyük çaplı veba salgını 7.yüzyılda Akdeniz kıyılarında görülmüştür. Bu hastalık kısa sürede ticaret yolu üzerinde yer alan tüm liman şehirlerine de bulaşmıştır. Tarihte yer alan en büyük veba salgını da Çin’de 1331 yılında ortaya çıkmıştır. Bu hastalık 1345 yılında Kırım’a ulaşmış ve 1347 yılında İstanbul’a, sonbahar mevsiminde de Sicilya’daki Messina limanına varmıştır. 1348 ve 1350 yıllarında yaşanan büyük veba salgını Akdeniz’deki tüm ticaret limanlarını etkilemiştir. Bu hastalık Avrupa nüfusunun 1/3’ünü de yok etmiştir.
Bu dönemde hastalık hızlı bir şekilde ilerlemekteydi. Hastalık nedeni ile herhangi bir limandan hareket eden gemi gitmek istediği noktaya ulaşamıyordu. Yolda hastalık nedeni ile mürettebatın büyük bir kısmı hayatını kaybediyordu. Öyle ki bazı zamanlarda hastalıktan tüm mürettebatın hayatını kaybettiği dönemler de olmuştur. Bu da bazı gemilerde hiç mürettebat kalmadığı için hayalet gemilerin Akdeniz’de başı boş bir şekilde dolaşmasına neden olmuştur. Korku nedeniyle de hiç kimse bu hayalet gemilere dokunamıyordu.
Hastalık nedeni ile çaresiz kalan denizciler salgın karşısında çözüm olarak kutsal saydıkları bazı putlara, azizlere dua etmekte ve azizlerden kalan birtakım nesnelere başvurmaktaydılar. Salgın bir türlü önlenemeyince karantina ismi ile anılan tecrit uygulamalarına geçilmiş ve hastalık barındıran gemiler sarı bayrak çekmek zorunda bırakılmıştır. Mürettebat ya da yolculardan bir ya da birkaçı hastalığa yakalandığı zaman gemide sarı bayrak çekilmekteydi, 30 ila 40 gün süresince de hiç kimseye limana çıkma izin verilmezdi.
Denizcileri yine aynı şekilde korkutan ve tehdit eden bir başka hastalık da 16.yüzyılda Asya ve Avrupa’yı saran frengi hastalığı olmuştur. Bu hastalığın bir diğer adı da sifilistir. Hastalığın kökeni tam olarak bilinmemekle birlikte hastalığın Amerika’dan dönen Kolomb’un gemi çalışanları tarafından Avrupa’ya taşındığı rivayet edilmektedir. Avrupa’da resmi kayıtlarda yer edinen ilk frengi salgını 1494 ve 1495 yıllarında Fransızların işgali sırasında Napoli’de ortaya çıkmıştır. Bu nedenle de bu hastalığa ilk önce Fransız Hastalığı ismi verilmiştir. Bu sebeple dilimize frengi ismi ile geçmiştir. Sonraki yıllarda yoğun deniz trafiği nedeni ile hastalık Akdeniz kıyılarına yayılmıştır. Vasco do Gama’nın Hindistan seferi ile Uzakdoğu’ya bulaşmıştır.
Genellikle cinsel yolla bulaşan bu hastalığın son aşamasında gom adı verilen şişlikler meydana gelmektedir. Kişinin iskelet yapısı deforme olmakta, ayrıca vücutta şiddetli ağrılar ortaya çıkmaktadır. Bu hastalık hemen tedavi edilmediği takdirde zihinsel işlev bozuklukları ortaya çıkmaktadır. Bu durumun dışında genel felç de görülen durumlar arasındadır. Bunun yol açtığı durum da en sonunda ölüm olmaktadır. Yetersiz beslenme sonucunda denizciler arasında da ölümler artmıştır. Konservasyon tekniklerinin gelişmesi ile gemilerde tüketilen yiyecek maddelerinin türü artmıştır.
Denizcilerin temel olarak beslenme kaynakları salamura et, kuru peksimet ve kuru bakliyattan meydana gelmekteydi. Seyir sırasında denizciler tarafından tutulan balıklar da tüketilen ürünler arasında yer alıyordu. Taze meyve ve sebze gemi limana ulaştığında güverteye alınıyordu bunlar da uzun yolculuklar boyunca saklanamıyordu. Zaten okyanusun aşıldığı bir yolculuk en az 4 ya da 5 hafta kadar sürmekteydi. Bu yolculuk boyunca da denizciler vitaminsiz kaldıkları zaman iskorbüt adı verilen tehlikeli hastalık ile boğuşmak zorunda kalmaktaydılar.
İskorbüt hastalığının ilk belirtisi olarak halsizlik dikkat çekmekteydi. Bu durumu diş etinin çekilmesi, ciltte meydana gelen morluklar ve yuvarlanan saçlar takip ediyordu. Vücudun uzun süre C vitamininden yoksun kalması nedeniyle vücutta yorgunluk, halsizlik, iştahın azalması, yaraların geç iyileşmesi, deride meydana gelen kuruluk ve çatlamalar, eklem yerlerinde görülen şişlikler ve son olarak vücut direncinin düşmesi ile ölümün ortaya çıkması görülüyordu. Bu hastalık ilk olarak Hipokrat tarafından tanımlanmıştır.
Bu hastalık korsanlar ve denizciler arasında çok yaygın bir hastalıktı. Bu hastalık çoğunlukla ölümle sonuçlanıyordu. Bu hastalık deniz seferlerini olumsuz yönde etkileyen bir hastalık olmuştur. Bu hastalık nedeni ile uzun yolculuklarda mürettebatın büyük bir kısmı hayatını kaybetmiştir. Keşifler çağından itibaren bu hastalık nedeni ile binlerce denizci hayatından olmuştur. Seyahat sırasında meydana gelen tüm zaman kayıpları iskorbüt hastalığının ilerlemesini hızlandırmaktaydı. Boylam yanlışlığı nedeni ile 1741 yılında rotasını kaybeden bir gemi çaresiz bir şekilde 3 ay süre ile denizde dolaştıktan sonra Juan Fernandez’e demir atmayı başardığında 521 kişilik mürettebatından 237 denizcisi iskorbüt hastalığından hayatını kaybetmişti.
İskorbüt hastalığının C vitamini yoksunluğu nedeni ile ortaya çıktığı 18. yüzyılın ortalarına kadar anlaşılamamıştır. James Cook tarafından meyve ve sebze yiyerek iskorbüt hastalığından korunmanın mümkün olduğu tespit edilmiştir. James Cook 1772 yılında gerçekleşen ikinci yolculuğu için denizcilerin karavanasına lahana turşusu koymuştur. İnce bir şekilde kesilerek salamuraya bırakılan lahana yaprakları C vitamini bakımından bir depo gibiydi. Bu şekilde tüketilen lahana turşusu da denizcileri iskorbütten korumuştur. Lahana turşusu yerini zamanla misket limona bırakmıştır. Bu süreye kadar da Kraliyet donanması tarafından lahana yaprakları kullanılmıştır.
Beriberi diye anılan bir başka denizci hastalığı da kötü beslenme sonucunda ortaya çıkmıştır. Kabuksuz pirinç tüketiminin fazla olduğu Asya ülkelerinde bu hastalık sıklıkla görülmekteydi. Beriberi hastalığını ilk kez tanımlayan kişi 1630 yılında Java adasında görev yapan Jacob Bonitos ismindeki Felemenk bir doktordu. Islak ve kuru çeşitleri olan beriberi hastalığının B1 vitamini eksikliğine bağlı olduğu ve bu vitaminin de pirinç kabuklarında yer aldığı belirlenmiştir. Bu hastalığın ıslak olan türünde kalp kası gevşemekte ve hastada zafiyet ve ödem meydana gelmektedir. Hastalığın kuru tipinde de temel yıkım organlarına giden sinirler zarar görmekte ve hastanın yürüme bozuklukları ortaya çıkmaktadır.
Japonya’dan Havai ’ye doğru 1883 yılında yapılan ve 9 ay süren bir görevde 376 kişiden 169 tanesi beriberi hastalığına yakalanmıştır. Bu hastalığa yakalananlardan 25’i de hayatını kaybetmiştir. Japonların deniz kuvvetlerinde görev yapan tıp doktorunun beriberi hastalığı hakkındaki tespitleri bu hastalığın çözümünü de beraberinde getirmiştir. Beriberi hastalığının pirinçten başka hiçbir şey yemeyen düşük rütbeye sahip mürettebatta meydana geldiğini ortaya çıkarmıştır. Batı tarzında bir yeme alışkanlığına sahip olan batılı denizciler bu hastalığa kesinlikle yakalanmamaktaydılar.
Gemilerde bulunan içme suyu genel olarak fıçılarda muhafaza edilmekteydi. Ancak yolculuk süreleri uzadığı zamanlarda bu sular artık içilmez bir hale geliyordu. Suyun çok uzun süreler boyunca dayanabilmesi için yola çıkmadan önce içine sirke karıştırılıyordu. Bu yöntem de uzun süreli bir yöntem olmaktan ziyade geçici bir yöntemdi. Bazı denizciler beklemiş suyun tekrar içilebilir hale gelebilmesi için suyun içine alkol karıştırmaktaydılar. Pis yiyeceklerle ve kirli sularla bulaşan kolera, dizanteri ve tifo gibi hastalıklar gemilerde çok ciddi ölümcül salgınlara yol açmaktaydı.
Arıtılmayan içme sularında bakteriler bulunmaktaydı. Bu durum koleraya neden oluyordu. Koleraya yakalanan bir kişi, enfeksiyon nedeni ile ishale yakalanıyordu ve ardından vefat ediyordu. Gemide yer alan fıçılarda çok uzun süre bekleyen sular ve hijyenik ortamda muhafaza edilmeyen deniz mahsulleri de yine bağırsak enfeksiyonu şeklinde ortaya çıkan dizanteriye neden olmuştur. Temiz olmayan gıda maddelerinden bulaşan tifo ise insan vücuduna ulaştıktan sonra 7 ila 15 gün içerisinde önemli belirtilerini ortaya çıkarmaktaydı. Bu hastalığın bir diğer adı Karahummadır.
Bitlerin kolayca yayılma ortamı buldukları pis ve karanlık ortamlarda dip dibe yatan kimselerde de tifüs hastalığı görülmüştür. 15.yüzyıldan başlayarak 19.yüzyıla kadar belirli ve istikrarlı aralıklarla ortaya çıkan tifüs hastalığı, mülteci gemilerinde ve kölelerin taşındığı gemilerde sıklıkla görülmekteydi. Kanada’da meydana gelen tifüs salgınında 20 bin kişiden fazla sayıda insan hayatını kaybetmiştir. Zamanında denizciler için büyük kâbus olan bu hastalıklar günümüzde kolayca tedavi edilebilmektedir. Gemilerde yaygın bir şekilde görülen ve yayılan bu hastalıklar artık tarih olmuştur. Bu hastalıkların binlerce can aldığı günler geride kaldı ancak sarı karantina bayrağı halen daha sembolik olarak kullanılmaktadır.